15 Nisan 2011 Cuma

ORMANDA




Metrodan çıkınca yine her zamanki gibi kalabalıklar ve sesler... Sanki hergünden farklı yine birşeyler var. İki gün daha yerinde kalacak olan festival takını geçince çöpçülerin gün ortasında kalabalığın arasında zar zor yerleri süpürdüğünü gördüm. 
“Şifre” gibi bi şeyler yazıyordu küçücük saman kağıtların üzerlerinde. Ne hikmetse, sesi duyulmakta olan kalabalık Taksim Meydandan Galatasaray’a doğru devam etmekte. Bu arada seansın başlamasına 10 dakika var, durumu kavrayabilmeye yeter mi acaba?
 Gülümseyenler, eğlenceye tanık olmuşçasına keyfini çıkaran turistler, bi yerlere yetişmeye çalışan ama engelle karşılaştığı için hoşnutsuz olanlar derken caddenin dolu olduğu için yoluna devam edemeyen tramvay... Sanki yürüyenler ne çocuk ne de yetişkin. Hatta tiplerine bakınca “bu saatte ne işleri var, okul sıralarında olmaları gerekmiyor mu?” demeden geçemedim. Etraftan çeşitli kişilerin fısıltılarından duydum; facebook’tan örgütlenmişler... vay vay!... “Social media” öyle mi, moda deyimle.
Herkes yoluna, ben de koltuğuma yollandım yani Yunanlı sinema eleştirmeni, görsel sanatçı ve yönetmen Angelos Frantzis’in Ormanına doğru.
Unutmadan; neydi hakikaten bu kuşlamada adı geçenler?

Festivalin 30. Yılında filmlerin biletlerini önceden alırken bu yıl, nedense ilk defa eleştirmenlerin tavsiyelerine önem verdim. Genelde, tanıtım yazılarına ve daha önce herhangi bir çalışmasını izlediği yönetmen olmasına ya da kurgunun geçtiği coğrafyanın özelliğine göre seçerim. Taa ki, bu yıl için son biletimin numarasına yerleşip ilk 5-6 dakika sonra birilerinin salondan çıkmasına kadar herşey olağan geçti..
Bir otomobilin ormanın kenarında durmasıyla açılan beyazperdeye yansıyanlar az sonra patlama ve uzaktan yükselen kara dumanlarla devam eder.
Kendini yollara, tabiata atmış iki genç adam ve bir kadının duyularına yön veren sadece doğanın koşullarıdır. Önemli bir teknik bilgi; digital fotoğraf makinasının video özelliğinden yararlanılan çalışmada, sanki ortada bir kamera yok gibidir.
Zaman geçtikçe gidenlerin ardı arkası kesilmedi. Dolu salondan siz deyin yüzde 48, ben diyeyim 49... Taş çatlasa, sizin gül hatrınıza olsun olsun da yüzde 60. Bu yüzdelik dilimin kaçı salonda kalabilenlerdi kaçı ardına bile bakmadan gidenlerdi, bilmiyorum.

14 Nisan 2011 Perşembe

KAR BEYAZ & ANNELER



KAR BEYAZ
Nisan ayında sanki muson yağmurları... Ne yağmur ama. Geciktim hatta fena halde geç kaldım. Metronun merdivenlerini üçer beşer koşmaca. Zaman kazanabilmek için asansörle çıkmak üzere güruhun arasına girdim. Nefes nefese... Doluştuk. 13 kişi ve 200 kg dese de, gitmez... Bekleyiş, birbirini süzme derken birileri ‘yerimizde durduğumuzu’ söyledi. İçimden ‘film gidiyo arkadaşlar, almayacaklar beni’ diye yükseliyorum. Alevler sardı, bunaldım. Belki daha sonra vizyonda izlerim ama yönetmenin de geleceği bu tek seansı kaçıramam! Kime diyorsam... Üstelik, seyirciler çoktan salona alındı bile. Asansörden çıkıncaya kadar reklamlar da biter.
Üstelik, Fitaş’ta da değil taaa Atlas’ta. Akıl karı değil yetişebilmem, daha doğrusu kendimi salona atabilmem için uçmaktan başkası kurtarmaz. offf of... Söz; hem de binlerce söz veriyorum, bir daha bir saat önce yola düşmeye... Şimdiyi bir atlatsam.
İmdat butonuna bi kaç defa bastıktan sonra asansörün kapısı açıldı, iki kişi indi, neyse yeniden hareket edebildik. Dışarısı sanki Hindistan. Yağmur çok güzel, pek güzel yağmakta, aralıksız. Koşmaya başladım elimde şemsiye. Caddede pek kimse yok belki ama... Koş Lola Koş.... Atlas’ın kapısına geldiğimde merdivenlerden geri dönen bir çift gördüm. İçeriye alınmayacağımın işaretini yoksaydım. Görevli kızımız kendisinin boyundaki panoyu göstermeye çalışsa da -mutlaka iyi şeyler yazıyordur gecikenler için ama ben, onlardan değilim- girmem gerektiğini söyledim. Orta yaşlı bi hanım daha var oracıkta, yabancı belli, kırmızı pardesülü ve pek renkli takılarından görebildiğim kadarıyla. Kısa bir söz arbadesi... O anda, kim olsa artık çare olamaz derken merdivenlerden Azize Tan geldi ve sadece “geçin” anlamındaki el işaretini algıladım, sonradan “sessiz olun ama” sözü kulağıma sonradan geldi. Yanımda hanımla birlikte biletimizin koçanını bile kesilmesini beklemezsizin uygun bir locaya attık kendimizi. İnsanların isimleri onları tanımlar, böyle düşünürüm nedense... Sanırım Azize hanıma o anda bir şey diyemedim; tüm emeklerine ve bugünkü nezaketine sonsuz teşekkürler.


KAR BEYAZ üstüne...
Sabahattin Ali’nin 1938’de yazdığı bir hikayedir Ayran, hala günümüzde yaşanmaya devam eden. Akşamında, haberlerde duydum Kütahya’da kurt saldırısına uğrayan iki kadından birisi Hasan gibi... Klasik eserler böyledir; zamana rağmen aynı örgüyü tarif ederler, mekan ve isimler değişse de, buralarda herkesin ayılarla bir karşılaşmışlığı vardır.
Artvin’in muhteşem doğasında kar altında geçer herşey. Yolunu bir lokma kuru ekmek için bekleyen iki küçük kardeş, nahiyede başkasının evinde çalışıp sadece hafta bir kez gelip giden anne ve uzaklardaki mahpus babanın tüm ağırlığı üstündedir Hasan’ın. Yaz kış demeden elinde bulunan tek geçim imkanı güğümündeki ayranı istasyondaki yolculara satabilmektir. Yazın neyse de, kışın kar altında buz gibi ayran pek talep görmez. Umut işte! İnsana neler yaptırmazki...
Yurdumuzun ne kadar da uzağında gibi gözükse de Artvin’indeki bir köy yeri, radyodan duyulan ajans haberleri bağlar ve benzer tutumlar ve kaygılar hissedilir. Filmde kimse pek konuşmadığından mıdır, üzerine bunca “konuşma” isteğim... Hikayede de yer alır “durmadan düşünüyorum, ne çok öldük yaşamak için” diyen şairin söylemi. Tek ümidi güğümündeki ayran yayılır karların üstüne...
Oysa, yönetmen koltuğunda fotoğrafçı oturmasından mıdır -hoş, onca rakım ve zorlu doğa koşullarında, bi köşeye oturup da gidişatı seyredecek bir koltuk olduğunu da sanmıyorum- her bir karesi fotoğraftan da muhteşem.
İki defa izlediğim son zamanların başarılı çalışması Sonbahar filmi kadar duru, sükun Karadeniz doğasında kahramanların iç dünyalarındaki çarpışmalar ve karamsarlık akıldan çıkmayan bir tezattır.
Yine de haksızlık etmek olmaz; bir körün bile çekim yapsa ödül alabileceği kadar muhteşem doğanın görüntü yönetmeninin işini kolaylaştırmış olsa da, kasvetli iç dünyaları bembeyaz doğaya salıvermiştir zaman zaman yaralı bir at gibi.

Eh, bundan sonraki tekliflere açık olduğunu söylemeyi ihmal etmeyen amatör başrol oyuncusu Hasan ya da asıl ismiyle Hakan’ı dinlerken bir an Kazım’ı dinliyormuş gibi hissettim; şivesi heral... Aydınlık insanlar yetiştirmiş olan Artvin, hala akabilen dereleriyle insanlarına da hayat veriyor, sanırım.
Zaman zaman yükselen müziklerde Mircan’ı dinlemek de yerinde bir seçimdi.  Eh, bu yıl festivalde seçtiğim tek yerli yapım ve tabii ki diğerlerine sözüm yok ama benim oyun bu çalışmadan yana.
Son bir not: Ulusal Yarışmada dilerim bu yıl Altın Laleyi bu ekip kucaklar.

ANNELER 


Yönetmenlerin izlerini nasıl takip edersiniz? Ardında ekmek kırıntıları yerine kendine has bir anlatım tarzı bırakmışsa, onu bulmak biraz daha kolay olur. Birbirinden ayrı üç bölümden oluşan ve sondan başa doğru bir örgüye sahip Yağmurdan Önce filminden bir not yazmıştım aklımın bir köşesine.
Anneler çalışmasıyla da birbirinden bağımsız görünen üç öykü Makedonya’ya taşır izleyicisini. Yaşamlardaki çatışmaları, belgeselcinin yansızlığıyla kayda geçer. Kimi zaman tanıkların da anlatımı eklenir. Bir arada yaşayan farklı kültürlerin mozaiklerindeki çözülmeler... Kamera, yıkılmaya terkedilen, öylece “görmezden gelinen” ne varsa, biraz daha yakınlaştırır. Sözü geçen Makedonya ne kadar uzak ya da ne kadar yakın... Bilen var mı? 

LUCİA & YOLCULUK



LUCİA
Tarlabaşından derme çatma dört duvarın arasında nefes alıp veren bir baba kız da aynı şeyleri yaşıyor olabilir. Radyo haberlerinden Pinochet’in ölümüyle Noel arasında geçen zamana tanıklık ettiğimiz vurgulanır.
Lucia, günlük olarak kadınların atölyelerde fason dikimler yapar, bunun dışında geçmiş günlerine özlemi vardır.
Noel baba ve anne görevinden sonra birbirlerine sadece ailece mutlu anların ses kayıtlarını hediye verebilir babası Lucia’ya.
Nasıl mı bir çalışma? Lucia’nın terzi olmasından kaynaklı hem Şili’nin dokularını vurgulamak üzerine çeşitli kumaş desenlerinin öne çıktığı ama izleyicinin de gözüne sokulmadığı, mutlu olmak için sadece büyükçe ebatlarda paketlenmiş hediyele ihtiyaç olmadığını... Neyse, rastlarsanız izleyin.


YOLCULUK
Bunca zamandır festivale gelirim de, neredeyse hiç dialog olmadan geçen filmler izledim ama hiç susmaksızın ve alt yazılara bile yetişemedim. Bir ara uyuklayıp uyanınca yine bi şeyin değişmediği hatta işi kötüsü, değişmeyeceğini... Belki şehirden uzaklaştıkları otobanla birlikte bu yoğun dialogun kesileceğini, ne yalan söyleyeyim, ümit etmiştim. 
Doğaçlama bir çalışma olması bakımından ilginç. Steve Coogan ve Rob Brydon’in kendilerine has esprileri eşliğinde, İngiltere’nin kuzeyine doğru yemeklerin çekimlerini yapacakları bir yolculuk başlar. Kız arkadaşıyla çıkmayı planlarken zar zor ikna ettiği erkek arkadaşıyla yola çıkmasıyla gelişen ve zaman zaman bunun yanlış anlaşılması üzerinde dönen geyikler, geyikler... 
Belki The Guardian’ın “en komik şeyler” tanımlamasını hak edecek pek çok ögeler barındırır ama bir ara baygınlık geçirdiğimi de itiraf etmeliyim. Salonda bol bol gülenler oldu hem de kesintisiz. İngiliz komedisinden hoşlanıyorsanız, kaçırmayın, gülerken kendinizden bile geçebilirsiniz.
Neyse ki, ziyaret edilen oteller ve hazırlanan yemekler ve dergiye poz vermek için Steve tarafından seçilen arka fonlar izlenmeye değerdi.
Offf, bana bir süre İngiliz komedisi demeyin...




ISSIZ EV & CİNAYET ŞARKILARI



ISSIZ EV
Dünyanın unutulmuş uzak bir köşesinde, yakınlarda kimselerin olmadığı yıkık bir eve gelen Laura ve babasını zorlu bir gece bekler. Elinde sadece bir fener vardır, bi de elinden hiç bırakmadığı orak. Gecenin ilk saatlerinde evin üst katından gelen garip sesler... Babasını vahşice kaybeden genç kızın işi kolay değildir.
Tek planda geçen bu film, 1940’lı yıllarda Uruguay’da yaşanmış bir olaydan esinlenilerek çekilmiş.
Aslında, bu tarz gerilim filmlerini festival dışında izlemek aklıma bile gelmez. Filmin sonunda ise en azından bu anlamsız vahşetin gerekçesi vurgulanmış. Ne kadarına inanırsınız bilemem ama şiddetin bile beslendiği bir kaynak vardır. Gerilim-korku severseniz, tek planla çekilen çalışmaları, kaçırmayın ama benim gibi kırk yılda bir böylesi bir tercihiniz oluyorsa, düşünmeyin bile. Hatta, ismini bile unutun.

CİNAYET ŞARKILARI

Kanada’nın oldukça sakin bir yerinde, ne zamandır rastlanmayan bir polisiye vaka gerçekleşir. Mennonit cemaatinin kendi içinde akıp giden sakin yaşamlarına dahil olan bu yabancının ölümündeki süreçte, polis memurunun gel-gitleri de önemlidir. Tam da, hayatından şiddeti silip atmaya söz vermişken...
Yönetmenin de film sonunda sorulara verdiği yanıtlarda olduğu gibi bazen birşeye vurgu yaparken ondan hiç söz etmemek gerekir. İsmi üstünde ritmik kilise şarkılarıyla dolu, coşkulu bir çalışma. Hatta giderek cinayet örgüsünü bile geride bırakıp, insani arınmaya yönelir.
 İzlenesi ve bundan sonra yaptığı çalışmaları takip edilesi bir yönetmen daha eklendi listeye.
Tesadüfen aynı güne denk düşen cinayetli ve karanlık filmler... Neyse, diğerleri de aynı olacak değil ya... Elbet, insanoğlunun neşeli hallerine de yönelen yönetmenler olmuştur bu festivale gelirken. Göreceğiz, ümitliyim.

12 Nisan 2011 Salı

İki Escobar & İmkansızın Şarkısı

İki Escobar 



     
      1994 dünya kupası’nda sürpriz bir yükseliş grafiği çizen Kolombiya’nın defans oyuncusu Andres Escobar “evet kendi kaleme gol attım ama bu dünyanın sonu değil, hayat benim için devam ediyor.”
     Hergün birileri yeni bir insan getiriyor dünyaya, yaşayabilmesi için. Ebeveyn olmak yüksek bir hassasiyet getirse de, ilk günlerde daha da duygu yoğunluğu yaşanır. Dünya Kupasında kendi kalesine gol attıktan sonra ülkesine dönünce öldürülen bir futbolcuyla ilgili haberi radyodan duyunca “ne alaka” diyerek hayret ettiğimi ve manasız bulduğumu anımsıyorum, bu yeni anne olmaktan kaynaklamadığını da bu belgeseli izleyerek gördüm.
     Demek ki, detaylı bakmak gerekiyormuş büyük resme. Zihnimizde ikinci bir imajla kalamayan Kolombiya için çok da bişey değişemedi. Kendisini futbola yönelterek, yaşamakta olduğu ortamın dışına çıkmaya çalışan birisinin belki de en istemediği, şeytanın bile aklına gelmeyecek şeyi dünyanın gözü önünde yaşamak durumunda kalan Andres, yerde yüzünü kapatır kahrından. Kendisi için olmasa da, hayat devam edecektir.



   Yönetmen Micheal Zimbalist, aralarında isim benzerliğiyle birlikte favori olduğu yıl kupadan böylesi talihsiz bir golle ayrılan Kolombiya üzerine etraflı bir çalışma yapılmış. Andeas Escobar’ın ailesi, takımdaki arkadaşları ve diğer tanıklarla aradan geçen onca zaman içinde belki de ilk kez böylesi bir çalışma için kamera karşısına geçmişler. 27 yaşındayken ve üstelik oldukça başarılı bir futbol çıkışı yakalamış bir oyuncunun talihsizliği aynı zamanda ismi pek duyulmayan bir ülkenin de bu alandaki çıkışının da sonu olmuştur. 80’li yılların sonunda dünyanın sayılı para sahipleri arasında yer alan Pablo Escobar’ın portresinin de futbolla olan girift ilişkisinin de yer aldığı bu belgesel çalışması, bir insanı hayatta tutma gayretimle duyunca “anlamlandıramadığım” bir soruyu da etraflıca yanıtladı.  Belki, başka cevaplarda vardı ama kendisinin de söylediği gibi, montaj masasında kalmış (!?)
   Unutmadan, salona gelip yerime oturmaya çalışırken, olur ya iki taraftan herkes son hazırlıklarını yapar, yerleşilir filan... Az önce de ayağa kalktığını göz kenarından gördüğün genç hanım, yandaki delikanlıya dönüp “şimdiden kusuruma bakmayın; uyuyunca horluyorum, fena halde..." deyince, bakındım yapacak pek bir şey yok çünkü dolu bir salon. Nereye gider de kimi yerinden kaldırırsın? Derin bir nefes aldım. Yalnız bu arada kızımız bir kaç kez daha ayağa kalkıp yeniden yerine yerleşmeye çalıştı; tahmin etmem sanırım mümkün değil kaç kilogram olduğunu, kendime dert ettiğim fazla kiloma bakıp kendime güldüm. Neyse ki, temposu yüksek bir belgesel çalışması olduğundan uyumaya fırsat olamadı. Şans. Sokaklarda ne çok obez genç görür oldum, zor yürüyorlar, daha da zorlayıcı olanı herhangi bir sinema koltuğuna rahat rahat oturup film izlemek... 



     
       İMKANSIZIN ŞARKISI
    Benim gibi, daha önce bu ismi hiç duymamış olabilirsiniz. Edebiyat dünyasınından pek çok önemli eseri okudum, ancak Japon edebiyatından birisini duyar gibi olduysam da, ne ismi kaldı aklımda... Uzakdoğudan insanları birbirinden ayırd edebilme yetim pek gelişmiş değil, üstelik mutlaka aralarındaki ince farkları gözden kaçırmamaya çalışsamda... Neyse, bu bilgisizlikle oturdum yerime. Film başlamadan küçük bir konuşma yapan yönetmen, ilk defa geldiği İstanbul’dan çok etkilenmiş az daha seansı kaçıracakmış. Film sonundaki aydınlatıcı sohbetten mahrum olmaya değişemezdim doğrusu bu şehrin büyüsünü. Aslında, nelerin ona ilginç geldiğini öğrenmeyi isterdim.
     Uzakdoğunun kültürüne alışık olmayanların hayli zorlanabileceği bir anlatıma sahip film, kitap uyarlaması. Yönetmen, eseri senaryolaştırdıktan sonra anlatımın önüne geçmeyecek müziği Radiohead’in gitaristi Jonny Greenwood’a teslim etmiş. Bir Japon filminde kulağınıza İngilizce şarkılar tuhaf gelse de, neyse ki eserin de içinde Beatles’a açıkça vurgu yapılıyormuş.
     Bildik vizyon filmlerinin temposundan ve hemen de bir sonuca varılacak telaşından uzak süren film 1968 yıllarında Tokyo’da üniversite çevresinde başlar.
Birbirinden ayrılmayan iki erkek ve kız arkadaşla açılan sahne, kızın sevgilisi olan erkeğin hayattan ayrılmayı seçmesiyle bu mutlu arkadaşlık yara alır. Bunun acısını bir türlü saramayan, kaybetmiş olmaktan dolayı dışında gelişen herşeye kendisini kapatan ancak karşısına çıkan yeni insanlarla ne yapacağını bilemeyen... Savrulmalar, savrulmalar... Bulup kaybetmek ya da kaybetmekten korkarak bulduğuna sarılmamak.
  İki yanımda oturan gençlerden anladığım kadarıyla, eseri okumuşlar. Hafiften, kitaptakileri arama telaşı da vardı ama sinema sonuçta edebiyattan oldukça farklı bir sanat.            Her ne kadar edebiyattan beslenmiş olsa da, sonuçta görselliği besleyen unsurlara ve senaryonun da önüne geçmeyecek hatta destekleyecek müziklere de ihtiyaç var.
     Bu arada, belirtmeden geçemeyeceğim; oyuncuların ve sahnelerin neredeyse yalın ve siyah-beyaz fotoğraf duruluğundaki vurgusunu da çok başarılı buldum. Sanki, dünyanın bir yerlerinde sesten hızlı geçen zaman, bi yerlerde hayli sükun.
     Ah, bi de unutmadan, delikanlının boynundaki atkıyı iki kızkardeş birlikte örmüş; düzgün kısmını ablası, karmaşık kısmını da küçük kız... Eh, fırsatınız olursa, bu gençlik ırmağıyla Norveç ormanlarına doğru ilerleyin.



Bugün seçtiğim iki filmi ard arda sıralayınca "İmkansızın Şarkısı Escobar" gibi durdu...  Tamamen tesadüf oysa; günler öncesinde yapılmış bir seçim sonuçta. 

6 Nisan 2011 Çarşamba

Kestirme Yol ve Kadının Fendi




      Kestirme Yol 
Her ne kadar, bildikleri kendisine fazla gelen birileri size yol göstermek istese de, en kestirme yol, bildiğiniz yoldur... Denemek bile gereksiz.
Amerika’da Cascade Dağlarını efsanevi dağcı Stephen Meek’in rehberliğinde, bildiği kestirme bir yoldan geçmeyi planlayan 3 arabalı kafilenin yol bulma sürecidir. Üstelik, nehirden uzaklaşıp içecek suyun azalmasına, güneşin altında etrafta hiç bir dağın da gözükmemesine bir de kızılderili eklenir... Gerilimin yüksek tutulduğu çalışmanın derdi sadece bir yolculuk değildir, aynı zamanda farklı medeniyetler, kadın-erkek ama daha da önemlisi hayata tutunma üzerinedir.
Kadınların doğumla sonuçlanan kaosa, erkeklerinse yıkıcılığa yatkın savaşçı bir ruha sahip olduğunu belirten yönetmen çocukları da sanki arayış içinde tanımlamış.
Beyazperde açılmadan yan tarafımda oturan ortayaşın üstündeki hanımla biraz sohbet ettik. Ne garip, başka zaman olsa, sebepsiz yere sinemada yanınızda oturanla muhabbete başlamazsınız. Festival halleri böyle bişey... Acaba, ben de onun yaşında hala onun gibi gözlük camlarımı silip son hazırlıklarımı tamamladıktan sonra beyazperdenin bu sefer neyle açılacağını merakla bekleyecek miyim? Daha da hayranlık duyduklarım, bastonuyla gelenler... Merak ediyorum ister istemez, o yaşlarda da merdivenleri aynı heyecanla tırmanacak mıyım? Nasıl bir tutkudur sinema festivali!

İki film arasında ne mi yapılır? 45 dakikalık arada en fazla bir çay içilir yanında küçük bir atıştırmalıkla, bir de İstiklal gözlemlenir. Oooof of!.. 104 dakikalık bir filme giriyorsunuz; çıkınca bir bakıyorsunuz ki, caddenin boyunda kitap ve defter sayfaları uçuşmuş etrafa, hatta bir yerde yakılmış bile. Tramvay da geçmiş arasında, iyice uçuşmuş kalanlar... Taksim Meydanına doğru kalabalık var, her zamankinden farklı. Neye karar verilip bir araya toplanılmışsa, hala bir aradalar. Tramvay da nasibini almış, hatta film festivaline özel yapılan İstiklal Caddesinin girişindeki takın altında kalmış. Kimine göre eğlence kimisi için kargaşa. Ancak fazla vaktim olmadığından aklımdaki cevapsız ve şifresiz sorularla tıkınma fasılasını değerlendirdim. Çayımı ayçörekle yudumlarken bir ara kulağıma maNga’nın sesi geldi “cevapsız sorular”la... Gülümsedim; eh, şifresini bilmezsen; normaldir.



Kadının Fendi
Sormadan geçmek istemiyorum; hangi arada Türkçe Alfabesine Q ve W eklendi? Geçende şaşırmıştım; O koltuğunu ararken loş ortamda Q ile ayırt edemedim. Fitaş Sinemasındaki bu uygulamaya şaşırdığımı belirtmek isterim.
Başrol oyuncusu Miranda Richardson’un katılımıyla gösterilen Kadının Fendi çalışmasında en çok Bob Hoskins’i beğendim bir de Sally Hawkins’i. Kadınların “eşit işe eşit ücret” mücadelesini eğlenceli bir tempoyla yansıtan film, salonda çoğunluk olarak bulunan kadınlardan alkış aldı.
Ülkemize gelen her yabancının söylediği “çok beğendim ancak” klişe sözleri tekrarlayan Richardson da, trafikten şikayetçi oldu. Duydunuz mu? Ben daha yeni öğrendim; kısa zamanda herkesin kulağına da ulaşır. Trafik cezaları 3.5 kat artıyormuş. Belkim böylelikle... Neyse, pek inandırıcı gelmediğinden, cezaların miktarının artışının trafik düzeni üzerinde olumlu etkileri olacağını söyleyemeyeceğim, üzgünüm. Bu arada, yerimi ararken bir önceki filmi izlediğimiz hanımla karşılaştım J Yine sohbet başladı ama bu sefer diğer yanımdaki hanım da katıldı; İzmir’den gelmiş festival için ve bunu devamlı yapıyormuş. Acaba, başka hangi filmlerde karşılaşacağız... Uzaktan Alin Taşçıyan’ı görünce yanımdan bir ses “eh, demek keyifli bir film” demişti, yanılmamış.


5 Nisan 2011 Salı

Tuhaftı Tuhaf...

Angelica gelinliğiyle birlikte gülümser ancak fotoğrafçı dışında herkes onun öldüğü için üzülmektedir. Aklından bir türlü o anı silemeyen fotoğrafçı için o günlerde denenmemiş kareleri çekmeye yönelir.  Hani derler ya, “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi...” Fitaş sinemasında en ön koltuklarda oturanlar bu deyimi bir kez bile olsun kendilerine söylemiştir. Ya altyazı ya da boyun tutulmasına razı olarak görüntü... pes ettiğim anlar olmadı değil, üstelik dopdolu bir salonda alternatif bulamamış olmak da bir başka azizlik oldu.
Film bitiminde, hani şu İstiklal’in 2 katı ruhsatsız yapıtı vardı ya; işte onun hemen köşesinde bir gurup meraklı birikmişti. Fotoğraf makinası boynunda iki hanım, duvarda poz veren bir gelinle gözüktüler. Gülmeden edemedim; bu soğuk havada staplez gelinliğiyle poz veren Angelica mıydı, diye... Neyse ki; Isaac gibi, benim de makinama gülümsemedi.
Geçerken İnci Pastanesinde bir yönetmen gözüme takıldı; profiterolla başbaşaydı. Camın ardından sanki filmlerindeki siyah beyaz bir kare gibi... Ancak mayıs sıkıntısı yerine baharda seans arasında enerji depoluyor olmalıydı.
Bu günü, tek filmle geçirsem de, yarın için belki de sayı 3 olabilir...